Bu Blogda Ara

22 Haziran 2019 Cumartesi

Burda durduk


Burdur, Akdeniz bölgesinde göller yöresinde bulunan şehirlerimizden bir tanesi. Türkmen beyi karaya ayak bastığında çok güzel bir manzara görüp, arkadan gelenlere ‘Burda dur, burda dur’ demiş ve zamanla dönüşerek Burdur halini almıştır.
Akdeniz bölgesi deyince tabi ki Antalya gelir aklımıza ilk başta, Burdur çok fazla ilgi gören bir şehir değildir. Ben de öyle düşünüyordum ama 1 günlük gezi sonrasında bütün bakış açım değişti. Şehrin gördüğüm kısımlarını yazmaya başlıyorum öyleyse..
Öncelikli durağımız ismini şehirden alan Burdur Gölü. Göller yöresinde yer alan göl, Türkiye’nin en büyük 7.gölüdür. Yüzölçümü 153 km’2 , kıyı uzunluğu 24,5 km, birbirine en uzak noktası 16 km dir. Denizden de 2 kat daha tuzludur. Önünde Söğüt ve Suludere olmak üzere de 2 dağ vardır. Endemik bir balık olan dişli sacancık sadece bu gölde yaşamaktadır .
Sonrasında Salda gölündeyiz. Tatlı suya sahiptir. Dünyanın oluşumunda 4 evre vardır ve 4. Evrede bazı parçalar yer değiştirir. Deniz seviyesinin yükselip alçaldığı sırada ana kara parçaları birbirinden kopar. Kopan su parçaları iki ova arasına sıkışarak tektonik gölü oluşturur. Salda gölü de Türkiye’de tektonik en derin göldür ve en derin noktası 180 metredir.
Göller bölgesinin göllerinden biri olan Salda Gölü tüm kaynaklarda Türkiye’nin Maldivleri olarak geçiyor. Bu şekilde sanılmasının sebebi sanırım bembeyaz kumsallar ve masmavi görüntüye sahip olması ama ben Maldiv’i çağrıştıracak hiçbir şey bulamadım . Dolayısıyla tavsiye de edemeyeceğim.  Eskiden sadece ayak sokulan ve manzara fotoğrafı olarak kullanılan göl, şimdi halk plajı olarak kullanılıyor çünkü . Aynı zamanda gölün bulunduğu alanın ilerisi piknik alanı olarak kullanılıyor.  Şile’den hiçbir farkı kalmamış anlayacağınız. Eskiden belki Türkiye’nin Maldivleri tanımına fazlasıyla uyuyorken o görsellikten bir eser kalmamış.

Ve bu şehirdeki son durağımız Sagalassos Antik kenti. Antik kent  deyince tabi ki Efes birinci sırada ama Sagalassos’un  ismini de methini de çok duydum. Burdur’un Ağlasun ilçesinde yer alıyor. Ağlasun ile ilgili de farklı rivayetler bulunmakta olup, en yaygını isminin ilk yerleşimin yapıldığı M.Ö. 6500 yılında Helen İmparatorluğu yerleşim için geldiğinde orada bulunan Büyük İskender’in kenti almak istemesi ve bu esnada sevdiği birkaç kişiyi kaybetmesi üzerine ağlaması sonucu aldığıdır. Ağlasın kelimesi daha sonra Ağlasun olarak değişmiştir halk dilinde.
Tam bir köy havası esiyor bu küçük ilçede. Derme çatma evler, kahvehaneler ve kapı önünde oturan köylüler…
Sagalassos  Antik Kenti, 1700 km rakımlı olarak, Anadolu’daki en yüksek noktaya kurulmuş antik kenttir. Dolayısıyla son derece dağlık bir bölge. Giriş ücreti 12 TL, müzekart geçerli. Araçtan indikten sonra merdivenlerden tırmanmaya başlıyoruz . Geriye dönüşte kuşbakışı manzara süper…
Restorasyonuyla tüm dünyada ses getiren Antoninler Çeşmesi de burada. Dağlardan gelen su, çeşmeden akıyor. Heykellerle süslü, Zeus, Athena, Heraklius ve Ares’in heykelleri var. Orijinalleri Burdur Arkeoloji müzesinde sergilenmekte.
Agora (çarşı), akropol ve 2 adet hamam bulunuyor. Hamamların biri şehrin giriş kısmında, diğeri de iç kısımda .
Odeon ve meclis binası yapısal anlamda benzerlik göstermesinden dolayı çok karıştırılıyor . 9000 kişilik dev tiyatro da kentin üst kısmında yer alıyor. Bu tür yapılarda 2 tip tiyatro var. 1.tip: Roma Tiyatrosu, düz zeminde yapılmışsa, 2.tip: Helen Tiyatrosu yamaçlara yapılmışsa. Sagalassos, antik tiyatrosu yapısından dolayı Helen tipidir. Bir diğer tanım da, eğer sahne portatifse, yani sahne kısmı kalkıyorsa Helen tipi, sabitse Roma tipidir.




11 Haziran 2019 Salı

Güller diyarı Isparta





Gül şehri Isparta… Türkiye’nin turizm noktası Antalya’ya 160 km uzaklıkta ve dünya üzerindeki gül üretiminde %65’lik bir orana sahip.  Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de memleketi. Şehirde onun ismini taşıyan bir üniversite ve havalimanı var.
Isparta halı ve kilimleriyle de meşhur ama gül ürünleri üretiminde Türkiye öncüsü .
İlk durağımız Keçiborlu ilçesine bağlı Kuyucak köyü. Lavanta tarlası denilince akla ilk gelen yer Fransa’nın Provans bölgesidir. Fakat Kuyucak köyü de Provans’ın tahtına ortak olmuş durumdadır.
Yeri geldiğinde çamaşırlarımıza, yeri geldiğinde evimize güzel kokular saçan lavanta, ballıbabagiller familyasından olan bir Akdeniz bitkisidir. 20’nin üstünde çeşidi vardır ve Akdeniz ikliminde yetişir. Çiçek özünden yağlar elde ediliyor. Türkiye’ye has endemik   bitkilerden birisi. Lavanta çiçeğinden elde edilen yağlar kozmetik ürünleri ve parfüm yapımında kullanılıyor. Diğer bir özelliği de uyku bozukluğuna iyi gelmesiymiş. Kokusundan dolayı rahatlatıcı bir özelliği varmış.
Yeşil haldeyken  bile kokusu geliyor. Olgunlaşmaya başladığında rengi morlaşıp, yaprakları açıyor. Tam olgunlaşma zamanı Temmuz-Ağustos aylarıymış.
Kuyucakta bir mekanda köy kahvaltısı aldığımız esnada fotoğraflama imkanı bulduk  henüz olgunlaşmamış lavantaları.
Gül için hasat zamanı başlamıştı. Gül birliği denilen, gül suyu üretiminde öncü firmanın yetkilisi olan beyefendi hasadın nasıl yapıldığını gösterdi. Rosa damascena adı verilen gül cinsi, dünyada yapraklarında yağ olan tek gülmüş. Yaprakları çok ince, toplanmazsa yere serilirmiş o kadar kıymetli bir gül yani. Diğerleri de “rose” adı verilen gül cinsi. ..
Hasadı öğrendikten ve o beyefendiden reçel tarifi aldıktan sonra yine gül birliğine ait olan gül yağı ve gül suyu tesisine doğru yol alıyoruz.
Fabrikaya girer girmez gül kokusu sarıyor etrafı. Koca koca kazanlar var. İmbik adı verilen kazanda gül yağı ve gül suyu üretimi yapılıyor. 30 kg yaprak, 90 kg su ile karıştırılarak alttan ateş ile yakılıyor. 2 saat kaynayınca oluşan buhar, kazanın ucundaki borudan soğuk suya karışarak yoğuşma yapılıyor. Daha sonra ön tarafta damıtma usulüyle biriktiriliyor. Altta kalan maya(bizim tabirimizle gül suyu) , üstte kalan ise gül yağı. 4 ton gülden 1 kg yağ çıkıyormuş.
Sonraki durağımız Isparta’nın bir diğer ilçesi Eğirdir. Son  derece turistik bir ilçe. Bu arada Eğirdir , elmalarıyla meşhurmuş bunu da yeni öğrendim. Göl kenarında sembolik bir elma var.
Eğirdir’de ilk durağımız Hızır bey cami . Anadolu beylikler döneminden kalan bir eser. 13. Yy. itibariyle yapılmış olan cami, halen daha dimdik ayaktadır. Cami kısmında herhangi bir minare yok. Sol tarafında bulunan Dündar bey medresesi ile kompleks olarak inşa edilmiş. Avluda kemerli bir kapı, kapının ortasında da ince, gri renkli bir taş bulunuyor. O taş, kilit taşı .Taş çıkarıldığında kapı çöker. Klasik Selçuklu mimarisi göze çarpmaktadır.
Şimdi sıra, kente güzelliğini veren gölü görmeye geldi. Göller yöresi’nin en büyük, Türkiye’nin 4. Büyük gölüdür. En derin noktası 16 m olup, kıyı uzunluğu 50 km ve genişliği 3-15 km arasındadır.
Gölün arkasında bulunan Davraz tepesi kışın kayak merkezi olarak kullanılıyor. Sol tarafında bulunan Barla dağının dik olarak uzanması, koyların oluşmasını sağlamış .  Kanlıpınar, Kocapınar Eğirdir gölünü besleyen pınarlar. 1996 yılında milli parklar idaresinin yönetimine geçen göl, sit alanı ilan edilmiştir. Gölde bir de Altınkum plajı var ama çok sığ.
Yerin altından geçen bir kanal vasıtasıyla 20 km ilerideki Kovada gölü beslenmektedir.
Eğirdir seyir terası mükemmel bir manzaraya sahip. Kahvemi içerken bir yandan da büyülü manzarayı seyrettim. Gölün kenarında ince bir ada var ki, yerleşim alanı olarak ta kullanılan yeşil ada, göl ile Yeşil Ada arasında ise bir zamanlar belediye tarafından Atatürk’e armağan edilen Can Adası bulunuyor.
Eğirdir kalesinin ise yapılış zamanı bilinmemekle birlikte M.Ö. 4. Yy’da inşa edildiği sanılmaktadır.
Eğirdir’de bir de kemik hastanesi var. 1952 yılında, Türkiye’de  açılan ilk kemik hastanesiymiş.
Bir başka güzellik te Kovada Gölü. Göle inmeden önce milli park statüsündeki ziyaretçi merkezine gidiyoruz. Burası  aynı zamanda bir hayvan müzesi. Hayvanların ölmüş bedenleri dondurulmuş halde sergileniyor. Görevliden aldığımız bilgiye göre sadece ayı Kars’tan gelmiş. Kars’ta bir tırın çarpması sonucu ölmüş, diğer hayvanlar çevredenmiş.
Sonrasında da müzenin yanındaki patika yoldan 5-6 dakikalık bir yürüyüş sonrası göl alanına ulaşılıyor. Göldeki su fazlalıkları civardaki köyler için de enerji üretiminde kullanılıyormuş. Dediğim gibi Eğirdir gölü altından gelen sularla besleniyor.
İlk bakışta bakıldığında sığ bir göl. Üzerlerinde sazlıklar ve yapraklar var. Doğa harikası bir yer.
Göl civarında da çok fazla ağaç türü ve bitkiler var. Bunlardan biri de pelit meyvesi. Ağaç sincabının yediği bu meyvenin kahvesi de yapılıyor ama Türkiye’de çok yaygın değil. Yedi renkli göl deniyor. İlerilere doğru rengini kaybeden yerler biraz daha derin, burası da 1992 yılında sit alanı ilan edilmiş.
Sonraki durağımız da Isparta Sütçüler mevkiinde bulunan Yazılı Kanyon tabiat parkı. Yazılı denmesinin nedeni Hierapolis( Pamukkale)de köle olarak dünyaya gelen ve özgürleştikten sonra ‘Hür İnsan’ şiiriyle bilinen önemli bir filozof Epiktetos’un kaya üzerine yazdığı şiirdir.
Kanyona giriş piknik alanı olarak kullanılıyor. Göksu nehrini solumuza alarak yürüyüşe başlıyoruz. İki tane köprü var kanyonda. 2.Köprüyü geçince Kral Yolu denilen yolda bir kayanın üstünde yazılı bulunuyor şiir. Türkçe tercümesi de yer alıyor hemen yanında. Kayanın  ortasında bulunan pencereye benzeyen delik mumluk. Tam ortada bir masa kurulu, İsa’yı temsil eden ekmek, ve İsa’nın kanını temsil eden şarap . Ekmeği şaraba banarak İsa’yı anarlarmış. Yerleşimin bu kadar üst kısımda olmasının nedeni de hem Tanrı’ya yakın olma hem de inzivaya çekilmeymiş.
Yürüyüş yapıp, fotoğraflarımızı çektikten sonra aynı yolu yürüyüp tekrar Isparta’ya dönüyoruz. Şehir merkezinde Süleyman Demirel’in anıtı var. Her noktası gül kokuyor gül şehrinin. Gül ürünleri satan mağazalar var. Şampuan, krem, sabun, kolonya ,parfüm hatta gül kokulu tespih bile var. Ve dondurma.. Çok farklı markalarda var ama benim tavsiyem İrfando  marka. Maraşlı İrfan Usta’nın kurduğu bir marka zincirinde gül aromalı ve lavanta aromalı dondurma denedik. Fiyatı da çok uygun. Orada kaşık hesabı yok. Küçük büyük olarak tarif ediliyor. Küçük olan 3 TL .



1 Haziran 2019 Cumartesi

Tarihin şehri Hatay














Türkiye’nin güneyindeki Hatay, hem Suriye hem de Lübnan ile komşu şehir. Medeniyetler şehri olarak geçer tüm kaynaklarda doğrudur da , yapılan her kazıda, yerin altından çıkan taşlar tarihi değer taşıdığı tespit edilerek korumaya alınmış. Bu sebeple sit alanı ilan edilmiş bölge. Şehrin her noktası tarih çünkü..
Diğer bir deyişle gastronomi şehri ve ilklerin de şehri aynı zamanda. Bu kadar sözünü etmişken, bu şehir görülmeye değer deyip uçakta bulduk kendimizi.. 1 saat 15 dakika süren bir  uçuş sonrası ulaştık. Çıkışta taksi esnafı başınıza üşüşür ama Havaş ta var çok uygun fiyata (14 TL) Şehir merkezi yakın değil, aşağı yukarı yarım saat sürüyor. Bu arada taksi sizi bulup, götüreyim derse 25-30 TL civarı bir fiyata götürüyor ama siz durağı arayıp, çağırınca veya yoldan geçen bir taksiye bindiğinizde bu fiyat 160-180 TL aralığında değişiyor.
Rivayete göre Hatay, eskiden Kıbrıs topraklarına dahil bir şehirken sonrasında ayrılmıştır. Bu sebeple çoğu kişi Kıbrıs şivesiyle konuşmakta.  Birkaç farklı kültürden insan yaşamakta. Halkın bir bölümü kendi aralarında Arapça konuşuyor.
2 koca günümüz vardı . Önce Antakya şehir merkezinden başladık gezimize. Antakya,  Hatay’ın en büyük aynı zamanda merkez ilçesi. Turistik açıdan da çok önemli bir yere sahip.
Burada ilk durağımız Arkeoloji Müzesi. Antakya’da hatta Hatay’da müzekart çıkarabileceğiniz tek yer. 70 TL ücret ve fotoğraflı kimlik belgeniz yeterli oluyor başvuru için. Güvenlik görevlisi arkadaş ta bize
şehir rehberi vererek fazlasıyla iyilik yaptı.

 

Çok fazla zaman kaybetmeden hemen bakıp çıkarım derseniz hiç uğramayın. Antakya merkezden 6 ve 15 numaralı halk otobüsleri geçiyor müzenin önünden.  Yakın bir gelecekte hizmete açılacağını öğrendiğimiz Hilton Museum Antakya ‘da yakın bir  lokasyonda
Daha önce şehir merkezinde olduğunu öğrendiğim müze, sonradan buraya taşınmış. Birkaç farklı bölümde hizmet veren büyülü müze, mozaik sanatı anlamında çok  etkileyici. Bu arada haftanın 7 günü açık, tatil yok yani.





Tam tamına 2 saat sürdü ziyaretimiz. Bundan yüz yıllar önceki imkanlarla o eserlerin nasıl  ortaya çıktığı ayrı konu, adeta büyülendik. 

Hazır o tarafa gitmişken sonraki durağımız da St. Pierre kilisesi. Dünyanın ilk kilisesi kabul ediliyor. Hz. İsa’ya inanlara “Hristiyan” ismi de ilk burada verilmiş. Müzeden yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaşılabileceği gibi, 15 numaralı otobüsten yakın bir noktada indikten sonra da uzunca bir rampa tırmanmak gerekli. Mağaraya oyulmuş vaziyette bulunan kilisenin manzarası da süper.


Şehir merkezindeki yapılar da birbirine çok yakın ve yürüme mesafesinde. Şehrin çarşısı tarihi Kurşunlu Han ve hemen yanındaki Uzun Çarşı.  Uzun çarşının hemen bitiminde minibüslerle Harbiye Şelalesine ulaşım mümkün. Nasıl doğa harikası bir mekan, ayrılmak istemedik. 




Şelalenin hemen karşısında otantik bir cafe var. Şelale çevresi ve yaya yolu boyunca da hediyelik eşya tezgahları var.
Defne sabunu çok meşhur. Tekli veya dörtlü-beşli paketlerde satılıyor. Cilde ve saça çok faydalıymış. Farklı renk ve kokularda farklı aromalı olanlar da ilgimizi çekti ki bir tane vardı simsiyah, hayatımızda ilk kez gördük arkadaşımla. Beyaz bir tane vardı mis gibi kokan, keçi sütü aromalıymış. Hepsinin faydası ayrı.
Uzun çarşı ve Kurşunlu Handa da fazlasıyla var yerel ürünlerden. Sabun dışında peynir, yöreye özgü baharatlar ve zeytin yağı meşhur. Bir de ipek. Çok fazla mağaza var ipek ürünü satan.
Sahili olmayan ilçede Asi nehri var. Biraz kirlenmiş ama..  Nehrin iki yanı da çok güzel.
İlklerin şehri olduğundan bahsetmiştim ya, dünyada ışıklandırılan ilk cadde olma özelliğine sahip Kurtuluş Caddesindeyiz şimdi de. Çok fazla sayıda eski bina var. Şehrin bu kısmı diğer tarafa göre biraz daha eski ve bakımsız. İlke yakışır bir düzenleme yapılabilir.

Anadolu’nun ilk camisi olma özelliğine sahip Habib-i Neccar camii de bu caddede. Sadece bir cami deyip dışarıdan fotoğrafladık ama içeri girip te aşağı inince çok eski bir tarihe şahit olduk. Şehit olmuş Habib-i Neccar ve Şemun-u Safa Hazretlerinin tabutları var aşağıda.


Caminin tam karşısında “Taşların Büyüsü” adlı dükkanın sahibi Serap Hanımla tanıştık bir tesadüf eseri. Serap Hanım mozaik sanatçısı ve tüm mozaikleri kendisi hazırlıyor. İnstagram adresi: https://www.instagram.com/taslarin_buyusuu/
Kendisinden ve eşi Cenk Beyden şehrin tarihiyle ilgili önemli bilgiler edindik. Sonsuz teşekkürler kendilerine. ..
Her yerinden tarih çıkıyor her kazıda bir şey bulunuyor dedik ya dükkanın yan sokağındaki cafede de eski döneme ait kalıntılar bulunmuş ve camla korunarak kapatılmış.
Bir diğer önemli cadde de Saray Caddesi.  İki önemli kilise var bu caddede. Biri Ortodoks kilisesi ancak ziyarete kapalıydı. Diğeri de biraz daha ilerisinde bulunan Katolik Kilisesi de farklı bir mimariyle çıktı karşımıza. Caddenin sonunda görkemli bir bina var o da valilik.
Ara sokaklarda eski Antakya evleri ve meşhur Affan Kahvesi ama oraya girmedik.  


Bu arada cumartesi günleri eczaneler 12’ye kadar açıkmış. Trafik normal akıyor, hatta sürücüler yayalara da yol veriyorlar çoğunlukla, trafik ışığı hiç görmedim desem yeri.
Yemek kültürü çok geniş. Bir esnafın önerisiyle öğlen yemeğimizi Uzun çarşıdaki Hünkar kasapta aldık. Orada çok fazla kasap var, vitrinde etleri görünce anlayacaksınız ve aynı zamanda restoran hizmeti de veriyorlar.
Meşhur yemek Tepsi kebabı ve Kağıt Kebabı. Aslında ikisi de aynı ama tepsi kebabı tepside servis ediliyor ve biraz daha yağlı. Fazlasıyla otantik bir havası var mekanın.



Akşam yemeği için de rotamız  Cenk Beyin önerisiyle saray Caddesindeki Anadolu Sofrası oldu. Terbiyeli şiş tavuk yememizi tavsiye etti ve denedik. Çok lezzetliydi. Bir adet çöpte 5 parça tavuk.
Yanına da abugannuş ve mevsim salatası aldık. Tüm restoranlarda dikkatimi çeken nane mutlaka bulunuyor masalarda yanında limon ile. Bir de ekmek olarak bildiğimiz ramazan pidesi farklı ebatlarda.



Ve Hatay deyince akla ne gelir, tabi ki künefe. Onun içinde Asi nehri kenarında Hatay künefe’yi tercih ettik. İsteğe göre kaymak veya dondurmalı servis ediliyor



Künefe yediğimiz esnada duyduğumuz Türkçe sala da çok ilgimizi çekti. “Neden Arapça değil” diye sorduğumda garson arkadaşın “Sala Türkçe olur” demesi tuhaf geldi açıkçası.
Gezimizin 2. Gününde İstikamet Antakya’ya en yakın ilçe Samandağ.  Köy garajı denilen yerden veya öğretmenevinin karşısındaki duraktan kalkan 401 numaralı otobüs ile 45 dakika sürüyor. Sol tarafımız çok dağlık bir bölge. Yol boyunca çok fazla rüzgar gülü var.
Samandağ merkez küçük bir yer. Titus Tüneli için eğer aracınız yoksa aktarma ile ulaşmak mümkün. Çevlik minibüsüyle yaklaşık 7-8 km kadar gittikten sonra iniliyor ve 20-25 dakikalık bir rampa çıkışıyla ulaşılıyor.
İlk girişte müze kart geçerli eğer yoksa 20 TL giriş ücreti .Bu bölge Seleuceia Pieria antik kenti. Titus Tüneli de insan eliyle yapılmış ve rivayete göre dünyada yapılan ilk tünel olarak anılmaktadır. Şehri sel felaketinden korumak için yapılmıştır. Muazzam bir manzara aynı zamanda orman havası, trekking alanı . Tabi spor ayakkabı giymeyi unutmayın.




Yine herkesi hayran bırakacak Beşikli Mağara da tünelin biraz yukarısında. Kayalar oyularak küçüklü büyüklü delikler açılmış.



Mağaranın hemen önünde bir teyze yöresel ürünlerden satıyor. Yol boyunca farklı tezgahlar ve dinlenmek için cafe ve manzara izlemek için banklar var.
Gezi bittiğinde aynı yolu tekrar yürüyüp Samandağ sahiline ulaştık. Samandağ, Hatay’ın Akdeniz’e kıyısı olan birkaç ilçesinden biri.  Dünyanın en uzun sahiliymiş Samandağ sahili ama çok bakımsız ve çok rüzgarlı. Çevlik plajı ise bulunduğumuz noktadan biraz daha ileride.
Sonraki durağımız Vakıflı Köyü. Titus tüneline ters mesafede . Geldiğimiz minibüsle tekrar merkeze döndük. Sucu Adem Amca bizi taksici Bedi Amca’ya yönlendirdi.  Bedi Amca Samandağ  taksi durağında çalışıyor. Çok hoş sohbet bir amca. Vakıflı’ya götürdü bizi. Normalde araç varmış ama Pazar günü olduğundan bulunmuyormuş. Uzunca bir rampayı tırmanıp ulaştık şirin köye. Köyde illa ki araç gereken, toplu taşımayla gidilemeyecek bir yer Hıdırbey  Musa ağacı. Hikaye de şu şekilde: Hz. Musa, Hıdırbey ile birlikteyken ağacın olduğu yere asasını vurur. Sonrasında vurduğu yerin fidan olarak yeşerdiğini görür. Tam karşısında bulunan ab-ı hayat çeşmesinden akan suyla hayat bulduğu söylenen ağaç yaklaşık 2000 yaşında şu an. Çeşmenin suyu da şifalı. Çok fazla turist çeken bir bölge , bir cafe-restoran var hemen ağacın bulunduğu yerde.
Vakıflı Köyü,  Türkiye’nin ilk ve tek Ermeni Köyü. Ancak köylüler sıcakta çok fazla dışarıya çıkmazlarmış, çok ta güzel bahçeleri var.
Yine köyde bulunan Meryem Ana kilisesi. Açıkçası hiçbir yerde denk gelmemiştim Adem Amca sayesinde haberdar olduk kilisenin varlığından. Kültür merkezi olarak kullanılan hemen yanındaki taş binayı kilise sanmamız da ayrı konu. Küçük bir kilise . Kalabalık olur sandık ama kimse yoktu. Biz de herkes gibi içeride mum yakıp, dilek dilediğimiz sırada çekim yapan kameraları görünce farkında olmadan geri çektik kendimizi. Bir televizyon çekimi olduğunu anladığımızda ise çığlık çığlığa çünkü ünlü gezgin Saffet Emre Tonguç karşımızdaydı. Kendisiyle tanışmaktan da şeref duydum.


Sonraki durağımız da Hz. Musa ve Hızır türbesi oldu. Hz. Hızır ve Musa’nın bir araya gelip buradan denize açıldıkları yermiş.  Sahilde beyaz kubbeli bir türbe. Çok fazla da ziyaretçisi var.
Havaş’a binmek için illa ki Antakya’ya dönmek  gerekli. Diğer şekilde aracınız yoksa sadece taksi alternatifi var ama o da çok pahalıya geliyor. Yalnız dönüş farklı bir rotadan, yaklaşık 1,5 saat sürdü.
Antakya’da Havaş’ın ofisi biraz uzakta tabi ama çok lüks ve klas bir cadde olan Atatürk caddesinin devamındaki havuzlu göbeği geçince görünen yemyeşil parkın karşısındaki Kardeşler künefe’nin önü Havaş Durağı. Sorduğunuzda herkes farklı tarif ediyor çünkü.
Yemek konusunda kesinlikle tavsiye edeceğim mekan, bugünkü öğle yemeğimizi aldığımız Sultan Sofrası. Asi nehri manzaralı, son derece kaliteli bir mekan. Çalışanlar çok ilgili. Bildiğimiz yemekler, farklı isimlerle anılıyor orada. Mesela Oruk Kebabı, bildiğimiz içli köfte ama biraz daha ince ve uzun, fırında pişmesiymiş özelliği. Kızartma olanından hiçbir fark göremedim ve fazlasıyla hitap etti damak tadıma. Kaytan Böreği de kıymalı pideden hiçbir farkı yok lezzet olarak, küçük küçük kesilmiş olarak servis edildi tabi ki yanında pide ekmek, nane ve limonla .